Middle East Quarterly

Fall 2002

Volume 9: Number 4

İstikrar İçin Formül: Türkiye Artı İsrail

Doksanlı yıllar Ortadoğu için kayıp bir onyılmış gibi görünüyor. Arap-İsrail “barış süreci” olarak bilinen, o özenle inşa edilmiş iskambil ev, artık yerle yeksan olmuş durumda. Saddam Hüseyin, komşularını ve bölgeyi hâlâ tehdit ediyor. Bölgenin petrol haricinde ihraç ettiği başlıca kalemlerden biri olan, köktenciliğin beslediği terör, son performansı ile Manhattan’daki şehrin en yüksek binalarını siluetten silip attı. İstikrarla ilgili bilançoda doksanlar, Ortadoğu’nun kana bulanmasıyla neticelendi. Bilançonun artı hanesinin en tepesinde ise kimsenin itiraz edemeyeceği bir başarı yazılı: İsrail-Türkiye ilişkileri.

ABD’li siyasetçiler, mevcut harabenin üzerinde bir düzen tesis etmek istiyorlarsa İsrail-Türkiye ilişkilerini göz önünde bulundurmalılar. Bu iki ülke arasındaki demokratik, Batı yanlısı, Araplar haricinde kurulmuş bağlar Ortadoğu’ya, şu anda Batı’nın hayli çıkarına olan, istikrar sağlayıcı ve dengeleyici bir unsuru temin edebilirler.

Ne var ki İsrail-Türkiye ilişkileri, karmaşık bir tarihe sahip. Bu ilişki, muazzam bir potansiyele sahipse de kurulması için ortaklığın son derece dikkatli bir şekilde geliştirilip yönetilmesini gerektiriyor.

Aşağıda, ilişkinin Türk mimarlarından birinin ilişkiyi destekleyen İsrailli bir isimle birlikte yaptığı, geçmişi, bugünü ve geleceği ele alan değerlendirmeye yer verilmektedir.

Başlangıç Aşaması

Türkiye ile İsrail arasındaki ilişkide anlaşılması gereken ilk şey, İsrail’in çok uzun bir süre onu geliştirmeye istekli olması, ama Türkiye’nin bu konuda suskun kalmasıdır. İsrail, gönülsüz bir Türkiye’ye talip olmuştur.

1949’da Türkiye, dünyanın İsrail’i tanıyan ilk Müslüman milletiydi ve otuz yıl boyunca bunu yapan tek ülke olarak kaldı. İsrail ile resmi bağların kurulması, Türkiye’nin uluslararası yönelimi ve kendisini Batı ile uyumlu hâle getirme arzusu hakkında güçlü bir mesaj veriyordu. Diplomatik misyonlar, 1950’de elçilik düzeyinde açıldı. Ancak doksanlara dek ilişkiler, somut değil sembolik düzeydeydi. Türkiye, ilk kırk yıl boyunca, Arapların İsrail ile diplomatik bağları kesmesine yönelik yaptıkları diplomatik ve ekonomik baskılara direndi. Ancak bu bağlar süreç içerisinde gelişmedi.

Bu konuda İsrail’in herhangi bir çaba ortaya koymadığından söz edilemezdi. İsrail’in bağımsızlığının ilk yıllarında ilk başbakanı David Ben-Gurion, Türkiye ile yakın bir bağ kurmak için titizlikle çalıştı. Gençken Osmanlı İstanbul’unda hukuk okumuş olan Ben-Gurion, Türkiye’nin o etkileyici jeofizik, malzeme ve insan kaynaklarının sahip olduğu niteliğin sunabileceği faydaların farkındaydı. Ankara ile ilişkiler, o zamanlar İsrail’in dış politikasının temel direği olan “çevre devletler” doktrini ile de uyumluydu. İsrail, yakın Arap komşularının dayattığı diplomatik ve ekonomik izolasyonu, düşmanlık çemberi üzerinde “sıçrayarak” ve Arap olmayan daha uzak komşularla bağlar kurarak, telafi etmeye çalıştı.

İsrail diplomasisi, özellikle İran, Etiyopya ve Türkiye ile bağları geliştirmek için büyük çaba harcadı. Üçü arasında en önemlisi, Türkiye oldu. Birkaç on yıl boyunca İran, İslam devrimine kadar benzer bir öneme sahipti. Daha sonra İran, İsrail için önemli bir tehdit kaynağı hâline geldi. İsrail, Kızıldeniz’de konuşlanmış olan Etiyopya ile de bağlarını güçlendirdi. Ancak ülke, yavaş yavaş iç savaş ve kıtlıktan harap oldu ve Eritre’nin ayrılması ülkenin stratejik önemini azalttı. Buna karşın Türkiye, İsrail’in varolduğu süre boyunca nispeten istikrarlı, Batı yanlısı ve müreffeh bir ülke olarak varlığını sürdürdü. İsrail, en başından beri, Batı’ya bağlı, Müslüman nüfuslu bir devlet olan Türkiye ile bağların Arap-İsrail çatışmasındaki din unsurunun etkisini kıracağını, hatta stratejik bir ilişkiye dönüşerek, İsrail’in NATO ve Avrupa ile bağlarını güçlendireceğini umuyordu.

Buna karşın Türkiye, İsrail ile stratejik bir ilişki kurma meselesine pek fazla ilgi göstermiyordu. Soğuk Savaş dönemi boyunca Ankara, Ortadoğu’dan çok Batı’da müttefik aramayı tercih etti ve bölgede herhangi bir gruplaşmaya dâhil olmama politikasını benimsedi. Türkiye’nin Ortadoğulu komşularından bazılarının kitle imha silahları ve balistik dağıtım sistemleri almaya başladığı yetmişli yıllarda bile Ankara, bölgeye açıktan sırtını döndü. İttifakın amacı Varşova Paktı’na karşı koymak olduğu için, Türkiye’nin NATO’ya dönük özel güveniyle birlikte önemli bir risk açığa çıktı. NATO, Türkiye Ortadoğu’dan saldırıya uğradığında onun savunulması için yardıma koşmalı mıydı? Kâğıt üzerinde, 1949 tarihli Washington Anlaşması bu soruya “hayır” cevabını veriyordu.[1]

Soğuk Savaş’ın sona ermesi ile birlikte nihayet Türkiye, İsrail’le bağlarını tekrar değerlendirme noktasına ulaştı.[2] Varşova Paktı’nın dağılmasıyla NATO’nun geleceği belirsizleşti. Avrupa Birliği’nin (AB) doğuya doğru genişlemesi, AB merkezli güvenlik ve savunma planlarının verdiği bıkkınlık, bir Avrupa hızlı tepki gücü kurma hamleleri, Ankara için durumu iyice belirsizleştirdi. NATO ittifakının kıyısında ve AB dışında yer alan Türkiye, yerleşik stratejik güvenlik doktrinlerinin hâlâ geçerli olup olmadığını ve herhangi bir “kolektif şemsiye” altında bir yeri olup olmadığını merak etmek için haklı nedenlere sahipti.[3]

Aynı zamanda, Ortadoğu kaynaklı Türkiye’ye yönelik potansiyel tehditler, endişe verici bir hızla artmaya başladı. Çeşitli zamanlarda Suriye, Irak ve İran, kimyasal ve biyolojik silahların yanı sıra uzun menzilli atış sistemlerine yönelik programları hızlandırdı. Ve çeşitli zamanlarda Türkiye, bu üç devletten bir veya daha fazlasından yardım alan terörist grupların tehditleriyle karşı karşıya kaldı. PKK lideri Abdullah Öcalan’ın 1999’da yakalanıp hapse atılmasından bu yana bu sorun hafiflese de tamamen ortadan kaldırılmadı. Dahası, devlet destekli maddi katkı, operasyonel yardım ve manevi rehberlikle beslenen radikal İslam tehlikesi, Türk devletinin laik, Batı yönelimli dokusunu tehdit etmeyi sürdürdü.

Doksanlarda açığa çıkan iki eğilim, İsrail ile Türkiye’nin bir araya gelmesini sağladı: Arap ülkelerinde demokratikleşmenin başarısızlığı ve Avrupa’nın birleşmesi.

Türkiye ve İsrail, kendisini açıktan Batı yanlısı ilân etmiş, laik-demokratik tercihlere sahip iki ülke. Bu gerçek, onların Arap Ortadoğusu’na yabancı kılıyor. Önde gelen analizcilerden biri, Türkiye ve İsrail’in bölgeye hâkim, demokratik olmayan Arap rejimleri karşısında öteki olma hususunda ortaklaştığından bahsediyor.[4] Bu ötekilik hissi, Arap Ortadoğusu’nun Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa’da tecrübe edilen demokratik geçiş sürecini yaşayamadığı doksanlı yıllar boyunca, daha da derinleşti.

Gene doksanlı yıllarda Avrupa’nın birleşme pratiği, Türkiye ve İsrail’deki marjinallik hissini derinleştirdi. Her iki ülke de Avrupa kulübüne üye olmayı arzuluyordu. Ancak Avrupa başkentlerindeki iki ülkeye hasım olan insan hakları ve siyaset lobileri tarafından sistematik olarak saldırıya uğrayan Türkiye ve İsrail, Avrupa Birliği’ne dâhil edilmelerine “evet” diyecek bir konsensüse güvenemezdi. Avrupa’nın birlik süreci hızlandıkça Türkiye de İsrail de marjinal ve bölgeden kopuk oluşlarının giderek tehlikeli bir hâl aldığını, aralarında kuracakları ortaklığın en uygun sığınak olacağını düşündü.

Ancak, Ankara ile Kudüs arasındaki irtibat, sadece tecrit edilmişler için bir kulüp olsaydı, fazla ileri gitmezdi. Her iki tarafın da, diğeri tarafından karşılanabilecek çok somut ihtiyaçları vardı. Türkiye için İsrail, diğer Batılı kaynaklar tarafından reddedilen teknolojik olarak gelişmiş askerî teçhizatın fazlasıyla ihtiyaç duyduğu bir kaynağı temsil ediyordu. Türkiye ise dar karasal boyutları ile İsrail için jeostratejik derinlik sunuyordu.

Özetle doksanlar, İsrail ve Türkiye’ye yeni bir ilişki kurmaları için büyük bir teşvik sağladı. İki ülke de fırsatı kaçırmadı.

Isınma Turları

İsrail-Türkiye ilişkilerindeki değişim, Türkiye’nin ilişkileri tam büyükelçilik statüsüne yükseltmek için harekete geçtiği Madrid barış konferansının ardından, 1991 yılında başladı. Ancak asıl atılım, Türkiye Dışişleri Bakanı Hikmet Çetin’in İsrail’i ziyaret ettiği Kasım 1993’te gerçekleşti. Ziyaret sırasında, İsrailli mevkidaşı ile işbirliği konusunda karşılıklı anlayış ve ilkeler üzerine bir mutabakat imzaladı.[5] Döndükten sonra Çetin, Türk-İsrail ilişkilerinin her alanda daha da ilerleyeceğini duyurdu ve iki devletin “Ortadoğu’nun yeniden yapılandırılmasında” işbirliği yapacağını ekledi.[6] Üst düzey temaslar dâhilinde, 1994’te Türkiye Başbakanı Tansu Çiller ve 1996’da Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel İsrail’i ziyaret etti. İsrail Dışişleri Bakanı Şimon Peres ve İsrail Cumhurbaşkanı Ezer Weizmann bu ziyaretlere karşılık verdi.

1996’nın başlarına kadar Ankara, askeri işbirliğinden çok İsrail ile ekonomik, teknik ve kültürel bağlardan yana görünüyordu.[7] Ancak 1996’da iki ülke geniş kapsamlı bir askeri koordinasyon anlaşması imzaladı. Anlaşma, diğer şeylerin yanı sıra, İsrail hava kuvvetleri uçaklarının Türk hava sahasını eğitim amaçlı kullanmasını sağladı. Aynı yılın Ağustos ayında iki hükümet, teknik bilgi ve uzmanlık alışverişi için ek bir anlaşma imzaladı ve İsrail’in Türk hava kuvvetlerine ait elliden fazla F-4 Fantom uçağının yenilemesinin yolunu açtı.

1996 anlaşmalarını, her ülkenin ilişkiye verdiği geniş kapsamlı öneme dair karşılıklı açıklamalar ve alelacele gerçekleştirilmiş ziyaretler izledi. Türk ordusu genelkurmay başkanı İsmail Hakkı Karadayı, 1997 başlarında İsrail’i ziyaret etti. Bunu, İsrail Dışişleri Bakanı David Levi’nin Ankara ziyareti izledi. Daha sonra Türkiye Savunma Bakanı Turhan Tayan ve (bu makalenin yazarlarından biri olan) Çevik Bir, Mayıs 1997 başında İsrail’e gitti. Aynı yılın Ekim ayında İsrail Genelkurmay Başkanı Amnon Lipkin-Şahak Türkiye’yi ziyaret etti. Her iki durumda da, bu ziyaretçiler yanlarında kalabalık bir ekiple geldiler, bu sayede 1997’nin ikinci yarısında her iki ordudan önemli sayıda komutan, birbiriyle tanışma imkânı buldu.[8]

En yüksek kademelerden gelen siyasi açıklamalar, ilişkinin stratejik önemini açıkça vurguladı. Örneğin Ağustos 1997’de Başbakan Mesut Yılmaz, Türk-İsrail işbirliğinin bölgede “güç dengesi için gerekli” olduğunu belirtti.[9] 1998’de İsrail başbakanı Binyamin Netanyahu, benzer şekilde, ilişkinin “istikrarsızlığın hüküm sürdüğü yerde istikrarı tetikleyeceğini” söyledi.[10] O dönem İsrail’in savunma bakanı olan İzak Mordeçay, bağların önemini şu terimlerle tasvir ediyordu: “Ellerimizi birbirine kenetlediğimizde güçlü bir yumruk oluşturuyoruz. [...] İlişkimiz, stratejik bir ilişkidir."[11]

İki ülke arasındaki bağın kurulmasında karşılıklı ticari ilişkiler de önemli bir rol oynadı. On yıl önce neredeyse ihmal edilebilir düzeyde olan İsrail-Türkiye ticareti, doksanlarda istikrarlı bir şekilde arttı ve 1999’da neredeyse bir milyar dolara ulaştı. Bugün İsrail, Türkiye’nin Ortadoğu’daki en önemli ihracat pazarıdır. Turistik, akademik, profesyonel, sportif ve kültürel ilişkilerin alanı da önemli oranda genişledi, Türkiye, doksanlarda İsrail’in en popüler turizm destinasyonlarından biri hâline geldi.

Yeni bağlar birçok zorlu sınavı atlattı, bunlardan en önemlisi, 1996’da İsrail karşıtı ve İslamcı Refah Partisi genel başkanı Necmettin Erbakan’ın iktidara gelmesiydi. Göreve başladığı ilk günden itibaren Erbakan, hem iç hem de dış siyaset düzleminde, İslami bir ajandayı yürürlüğe koydu. Bu ajanda, eğitim sistemini İslamileştirme arzusunu, Türkiye’yi Arap dünyasına yakınlaştırma vaadini ve İslam devletlerinin “NATO benzeri” bir ittifakı kurmasıyla ilgili vizyonu içeriyordu. Erbakan’ın İsrail karşıtı söylemi, geleneksel Yahudi karşıtı motifler ve efsanelerle doluydu. Onun için İsrail, “ebedi bir düşman” ve “Arap ve Müslüman dünyasının kalbindeki kanser” idi. İsrail’i İslam inancını zayıflatmakla suçladı, Nil’den Fırat’a uzanan “büyük İsrail” hayali konusunda uyarıda bulundu ve Türkiye’nin ekonomik zorluklarından “Siyonist komplo"nun sorumlu olduğunu iddia etti.[12] Erbakan seçilmeden önce, Ankara’nın İsrail ile ilişkilerini dondurma ve iki ülke arasındaki ikili anlaşmaları iptal etme sözü verdi. Bazı analizciler, Erbakan’ın seçilmesinin ilişkiye ölümcül bir darbe indirdiğini düşünüyorlardı.

Ama öyle olmadı. Türkiye’nin anayasal sistemine ait hükümlere uygun olarak ordu, modern Türkiye’nin kurucusu Kemal Atatürk’ün laik cumhuriyetçi mirasını korumakla görevlidir. Ordu, boş boş oturup Türkiye’nin İslam’a dönmesini izlemeyeceğini veya İsrail-Türk askeri ilişkilerinin tehlikeye atılmasına izin vermeyeceğini Erbakan’a söyledi. Hem askeri hem de siyasi liderlerden oluşan güçlü Milli Güvenlik Konseyi’nin (MGK) genel sekreteri, laikliğin yüce değer olduğunu yeniden teyit ederek, Türkiye’deki laik toplumun ve eğitim sisteminin, ülkenin ulusal güvenliğinin temel ilkelerini oluşturduğunu ilân etti. Erbakan kontrol altına alındı. Türkiye ve İsrail, Erbakan’ın MGK’nın baskısıyla istifasını sunduğu Haziran 1997’de sona eren görev süresi boyunca en önemli askeri işbirliği anlaşmalarını imzaladı.

Diğer bir sınavsa, kendilerini Türkiye veya İsrail’in (veya her ikisinin) hasmı (veya potansiyel hasmı) olarak görenlerin eleştirilerinin şiddeti ile ilgiliydi. Örneğin, İsrail-Türkiye ortaklığından belki de en çok etkilenen ülke olan Suriye’nin başkan yardımcısı Abdülhalim Haddam, bu ortaklığın “1948’den beri Araplar için en büyük tehdit” olduğu konusunda uyarıda bulundu ve “ABD-Türkiye-İsrail arasında kurulan ittifakın, İkinci Dünya Savaşı’ndan beri tanık olunan en tehlikeli ittifak olduğunu” söyledi.[13] Irak Dışişleri Bakanı Muhammed Said Sahaf ise Ocak 1998’de ortak deniz manevralarını “kışkırtıcı bir eylem” olarak nitelendirdi.[14] İran Cumhurbaşkanı Muhammed Hatemi ise Türk-İsrail anlaşmasının “İslam dünyasının duygularını tahrik ettiğini” söyledi.[15] Mısır, eli kolu ABD’ye dönük güveni üzerinden bağlı olmasına karşın, İsrail-Türk ortaklığını eleştirdi. Cumhurbaşkanlığı danışmanı Usame Baz, Ankara ile Kudüs arasındaki askerî işbirliğinin “Ortadoğu’da istikrarsızlığa ve muhtemelen savaşa yol açacağı” ve “Arap devletlerinin çıkarlarını tehdit ettiği” uyarısında bulundu.[16] Mısır’ın anlaşmaya karşı husumeti vardı. O günden sonra Mısır’ın anlaşmaya yönelik düşmanlığı azalsa da Kahire, hâlen daha Ankara-Kudüs anlaşmasını bölgesel liderlik hedeflerinin önünde büyük bir engel olarak görüyor.

Özellikle Arap mahallelerinden gelen eleştirilerin çoğu, Türkiye’yi ilişkiden çekilmeye ikna etmeyi amaçlıyordu. Bu tarz girişimler de başarısız oldu.

Eylül 2000’den bu yana Türkiye-İsrail ilişkileri başka bir sınavla karşı karşıya. İsrail ve Filistinliler arasındaki yıpratma savaşı, Türkiye de dâhil olmak üzere Müslüman dünyanın büyük bir kısmında yankı buldu. İsrail politikalarını eleştiren kimi Türklerin sesleri işitilmeye başlandı.[17] Ortalığı bir kez daha, anlaşmaların askıya alınabileceği veya iptal edilebileceği konusunda tahminler kapladı. Buna rağmen anlaşmalara halel gelmedi.

Kuşkusuz, son iki yılda yaşanan olaylar, İsrail-Türkiye ilişkileri konusunda gündeme getirilen abartılı yaklaşımların bir kısmını ortadan kaldırdı. Zaten ortaklık, İsrail-Filistin arasında işleyen “barış süreci"nin bir sonucu değildi ve sürecin bitmesiyle işbirliği de bitmedi. Aslında son zamanlarda İsrail’e yönelik eleştiriler, Türkiye’deki birçok kişiye İsrail-Türkiye ilişkilerinin Ankara’nın kendi ulusal çıkarları açısından yaşamsal önemini yeniden teyit etme fırsatı sağladı.

Doksanlı yıllardaki gelişmelerin bir sonucu olarak İsrail-Türkiye ilişkileri, dönüşüme uğradı. Eskiden İsrail’de görülen ilişki kurma hevesi ile Türkiye’deki suskunluk yerini, genişleyen işbirliği alanlarında eşit olarak çalışan, karşılıklı çıkarlara bağlı iki ortaktan oluşan, daha olgun bir modele bıraktı. Ancak ilişkinin henüz gerçekleştirilmemiş bir potansiyeli var ve bu potansiyel, en fazla stratejik düzeyde mevcut. Peki ortaklık, şu ana kadar stratejik açıdan ne başardı? Hangi yönlerde gelişmeli?

Stratejik İçerik

“Stratejik” kelimesi, ağızdan kolay çıkan bir kelime. İsrail ve Türkiye arasındaki ilişkilerle birlikte çok daha fazla kullanıldığına hiç şüphe yok. Ünlü bir uzmanın ifadesiyle, “İsrail-Türkiye arasında sıkı ilişkilerin kurulması, Soğuk Savaş sonrası Orta Doğu’da tanık olunan en önemli stratejik gelişmelerden biri."[18] Önde gelen bir gazeteci, “ittifakın petrol zengini Ortadoğu’da stratejik güç dengesini değiştirdiğinden” bahsediyor.[19] Başka bir analizci, "[İsrail ile Türkiye arasında] gelişen yeni ilişki, İsrail-Mısır yakınlaşmasından bu yana İsrail dış politikasındaki belki de en önemli gelişmedir” diyor.[20] Bir başkası bunu, Ortadoğu’nun en önemli askeri ilişkisi” olarak tanımlıyor. [21] Bu tanımlamalardan herhangi birini kabul etmeden önce, ilişkinin ne olduğunu ve ne olmadığını tanımlamak gerekiyor.

Tanımlanmış gelecek senaryolarında iki ülke arasında karşılıklı savunma veya askeri işbirliği için resmi bir taahhüt olmadığı ölçüde, Ankara ile Kudüs arasındaki anlaşmanın geleneksel anlamda askeri bir ittifak olmadığı açıktır. Her iki devlet de diğerinin kendi savaşını vermesi beklentisi için değil, ayrıca ikisi de hayati ulusal çıkarlarını doğrudan etkilemeyen krizlere karışma konusunda temkinli davranıyor. İsrail ve Türkiye arasında kurulan ilişkide, bir ülkenin diğer ülke adına askerî harekâtta bulunacağı durum veya durumları tanımlayan bir hüküm belirtilmemiş.

Yine de iki ülke arasındaki ilişki hâlen daha stratejik bir ortaklık olarak görülebilir, zira bu ilişki, nitelik itibarıyla hem bölgesel hem de küresel olan meseleler konusunda geliştirilen fikirlerin temelde birbirlerine yakınlaşmasından kaynaklanıyor. Her iki ülkenin lideri de ilişkinin özellikle belirli bir üçüncü tarafı hedef almadığını ısrarla dile getiriyor, ayrıca İsrail ve Türkiye, Suriye, kitle imha silahlarının yayılması, İslamî radikalizm tehlikesi, İran ve Irak kaynaklı potansiyel tehditler ve Orta Asya’nın jeopolitik kaderi gibi konularda ortak endişelere sahip.

Türkiye ile İsrail arasındaki stratejik ortaklık, klasik bir güç dengesi oyunu değil. İki ülke birlikte, askerî açıdan, bölgedeki tüm hasımlarından veya olası düşman ittifaklarından daha güçlü. Bu daha ziyade, ortak tehditleri önlemek için kaynakları bir araya getiren ve esas olarak bölgedeki hâkim jeopolitik koşulların zorla kesintiye uğramasını önlemekle ilgilenen iki “statükocu güç” arasındaki bir ilişki. Ne İsrail ne de Türkiye, mevcut sınırlarının ötesinde herhangi bir aktif toprak talebine veya görevdeki bölgesel rejimleri devirmek gibi bir emele sahip. Ancak her ikisi de Suriye, Irak ve İran gibi bölgesel emelleri olan veyahut da ya bölgedeki rejimleri istedikleri gibi kontrol etmek ya da değiştirmek isteyen “revizyonist” düşmanlarla karşı karşıya. (Nitekim Şam ile Ankara arasında Haziran 2002’de imzalanan son güvenlik koordinasyon anlaşması, İsrail-Türkiye ilişkisini harekete geçiren temel jeopolitik parametrelerde çok az değişikliğe yol açtı. Suriye ve Türkiye arasında su konusunda açığa çıkan gerilim ile Suriye’nin Hatay iddiası, alttan alta kaynayan meseleler).[22]

Ortaklığın stratejik tarafı, yapısal düzlemde belirli bir resmiyete kavuşturulmamış olsa da, ortak tatbikatlar, personelden personele koordinasyon, istihbarat paylaşımı ve karşılıklı ziyaretler gibi askeri işbirliğin mevcut seviyesine ait olan unsurlar, gelecekte olası ortak eylem için bir altyapı oluşturmuştur. Bu, her iki ülkenin de bazen üst düzey stratejik diyaloglarını duyurmasıyla birlikte, caydırıcılık ve zorlayıcı diplomasi potansiyellerini artırmıştır. Uluslararası ilişkilerin ağırlıklı olarak güç siyaseti şeklinde icra edildiği ve askeri gücün ulusal gücün temel bileşeni olarak algılandığı bir bölgede, gayri resmi ittifaklar, genellikle resmi, açık koalisyonlar kadar önemlidir. Üstelik diğer Ortadoğu devletlerinin çoğu, İsrail-Türkiye ilişkilerindeki askeri bileşene takıntılı hâle geldiğinden, her iki ülke de, sırf potansiyel hasımları onları müttefik olarak algıladıkları için, çoktan stratejik kazanç elde ettiler bile.

Her iki ülkenin de ilişkilerinden bugüne kadar elde ettiği stratejik faydalar aşağıdaki başlıklar altında gruplanabilir:

Artırılmış Caydırıcılık. İsrail-Türkiye arasında kurulan askeri işbirliği, kuşkusuz her iki tarafın da caydırıcılık gücünü artırmış, bu da ikisinin birbirine karşı şiddet uygulama şansını azaltmıştır. Türkiye veya İsrail’e karşı güç kullanmayı düşünen devletler, iki ülkenin birleşik güçlerini göz önünde bulundurmak zorundadırlar. İlişki, herhangi bir olası düşman için potansiyel riskleri artırır. İsrail-Türkiye anlaşmasındaki karşılıklı yükümlülüğün kesin parametreleri belirsiz olsa da, bu belirsizlik, her iki ülke için de meydan okuyanları caydırma konusunda anlamlı bir değer oluşturuyor.

Baskı Gücü Artırılmış Diplomasi. Baskı gücü artırılmış diplomasi, caydırıcılıkla aynı unsurları kullanma konusunda ortaklaşsa da, bir düşmanı istenmeyen bir eylemde bulunmaktan caydırmak yerine, düşmanı istenen bir eylemi yapmaya zorlar.

Türkiye’nin baskı gücü artırılmış diplomasisi, İsrail ile olan ilişkisinden zaten faydalanıyor. 1998’de Şam, PKK başkanı Abdullah Öcalan’ı sınır dışı etme ve terörist faaliyetleri on binlerce Türk vatandaşının hayatına mal olan örgütünün desteğini sonlandırması konusunda Türkiye’nin yaptığı baskılara boyun eğdi. İsrail-Türkiye ilişkilerinin savunucuları arasında, Suriye’nin Ankara’nın taleplerine uymasının, Suriyeli liderler arasında birleşik bir Türkiye-İsrail tehdidiyle başa çıkmak zorunda kalabilecekleri algısı nedeniyle küçük bir ölçüde teşvik edildiği konusunda genel bir fikir birliği var. Aslında, bu görüş, ilişkinin muhalifleri tarafından bile savunuluyor. Nitekim, İsrail-Türk anlaşmasının ateşli bir eleştirmeni olan Nebil Keylani’ye göre, “Türkiye, İsrail ile ittifakı olmasaydı, Suriye’ye bu kadar saldırgan bir biçimde karşı koyamazdı."[23] Esasen bazı isimler, Suriye ile Türkiye arasında kısa süre önce imzalanan güvenlik koordinasyon anlaşmasının, Türkiye-İsrail anlaşmasının bir sonucu olarak, Ankara’ya ek bir fayda sağladığını söylüyorlar. Türkiye-İsrail anlaşması, Şam’ı Ortadoğu’da oluşan yeni güç denklemine boyun eğmeye, en azından Türkiye’ye yönelik düşmanlığını askıya almaya zorluyor. Suriyelilerin Türkiye’yi İsrail ile ilişkilerini kesmeye ikna etmeye çalışmaması, bu görüşü destekliyor.[24]

Washington’ın Gözündeki Saygınlığın Artması. Türkiye ve İsrail arasındaki işbirliği, iki ülkenin ABD nezdinde sahip olduğu önemi artıran bir sinerji yaratıyor. Bu, özellikle İsrail-Türkiye anlaşmasının, ABD çıkarlarına fazlasıyla düşman olan bir bölgenin sınırlarını tayin ettiğini ortaya koyan 11 Eylül 2001 olaylarının ardından geçerlilik kazanan bir tespittir. Her iki ülke birlikte, istikrar için ABD’nin çıkarlarını tamamlayan müthiş bir güç oluşturuyor.

Daniel Pipes, ABD’nin gelişen İsrail-Türkiye ortaklığına olan ilgisine ilişkin şu yorumu yapıyor:

Türk-İsrail ortaklığı, ABD’ye pek çok avantaj sağlıyor. Büyük bir istekle uygulamaya konulacak olursa, Washington’ın elli yıldır sırtını yasladığı otoriter yöneticilerin aksine, demokratik müttefiklerden oluşan Amerikan merkezli bölgesel bir ortaklığın çekirdeğini temin edebilir. Eisenhower’ın Bağdat Paktı, Nixon’ın hem Suudi Arabistan’ı hem İran’ı temel alan “ikiz sütun” siyaseti ve Reagan’ın “stratejik konsensüs"ü, (Irak’ın zayıf Haşimileri, İran’ın gösterişçi şahı, o kötülük abidesi Suudiler türünden) çoğunlukla şüpheyle karşılanan hükümdarlara ve (bugün Mısır’daki Mübarek rejimi türünden) çirkin otoriter isimlere dayanıyordu. Ancak Türkiye-İsrail arasındaki uyum, ilk kez, Avrupa’da olduğu gibi, Amerikan yanlısı demokrasiler arasında bir ittifak geliştirme olasılığını ortaya çıkartıyor. Dikkatli bir şekilde geliştirilecek olursa bu ittifaka başkaları da katılabilir. [...] Nihayetinde de tüm hedeflerin en zoru olan barışçıl Ortadoğu hedefine ulaşılabilir.[25]

Kimi kritik noktalarda ABD, Türkiye-İsrail ilişkilerini hem destekledi hem de teşvik etti. Bu desteğin ve teşvikin belki de en somut tezahürü, iki ülkenin sürekli değişen Ortadoğu gerçekliğinde tartışma götürmez bir askeri üstünlüğü güvence altına almak için iki taraf arasında ve iki ülkeye yönelik, savunmayla bağlantılı teknolojilerin transferine gösterilen hoşgörülü tutumdur.

Bir Sonraki Aşama

Uluslararası terörizm ve radikal İslamcılık tehdidinin liberal demokrasilere yönelik şiddetini reddedilemez bir şekilde ortaya koymuş olan 11 Eylül’deki dramatik olaylar, uluslararası sistem için bir dönüm noktasını teşkil ediyor. Sadece sloganlardan ibaret olan “demokratik barış” ve “teröre sıfır tolerans” gibi kavramlar, artık yeni bir anlama kavuşmuşlardır. Önümüzdeki aşamada dünya düzenini, benzer askeri ve terörist tehditlerle karşı karşıya kalan demokrasilerin bir araya gelme becerisi tayin edecektir.

Ortadoğu, bu tehditlerin ana üreticisi olma yolunda hızla ilerliyor. Bu gelişme, radikal güçlerin tehdidine karşı bir denge olarak İsrail-Türkiye ilişkilerine yeni ufuklar açıyor. Anlaşma süreci, iki ülkenin çıkarlarının yakınlaşmasıyla başladı. Şimdi bu anlaşma, Ortadoğu için, teokratik aşırıcılığı ve askeri despotizmi kontrol altında tutma amacıyla Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa tarafından teşvik edilen daha geniş bir güvenlik mimarisinin ana sütunu hâline pekâlâ gelebilir.

Anlaşma, bölgeye ve ötesine şu dört temel mesajı iletmelidir:

* Anlaşmanın amacı, Ortadoğu ve ötesinde güvenlik ve istikrarın artırılmasıdır.

* Demokratik rejimlerin hem ahlaki hem de politik erdemlerini ortaya koyar, iki ülke arasındaki işbirliğinin etkin bir biçimde pekiştirilmesi sayesinde birçok faydada bulunur.

* Saldırgan herhangi bir kurgu ile harekete geçmez ve asla üçüncü taraflara yönelik değildir.

* İttifak, gayriresmi yapısı ve saldırgan olmayan hedefleri sayesinde, benzer düşünen diğer bölgesel aktörlere açıktır.

Bu ittifak nihayetinde, Ortadoğu’yu yeniden inşa etmekten başka bir gayesi olmayan “terörle mücadele” başlığı altında kurulan bağların oluşturduğu ağla kurulacak ilişkiyi kolaylaştıracaktır.

İsrail-Türkiye ortaklığının, her iki devlet için değerinin ötesine geçtiği ve karanlıkta kalmış olan bölgeye iyimserlik konusunda bir ışık kaynağı olarak hizmet ettiği nokta, tam da burasıdır. Bu ilişkinin önde gelen otoritelerinden Efraim İnbar’ın da gözlemlediği gibi:

Toplumlarının Ortadoğu’daki diğer herhangi bir ülkeden çok daha fazla özgürlük ve refaha ulaşmada gösterdikleri başarı, demokrasinin yalnızca Batı Avrupa ve Kuzey Amerika’da bulunan bir özellik olmadığını sürekli hatırlatan bir olgudur. Bu, böyle bir deneyimin komşuları tarafından taklit edilebileceği umudunu besliyor.[26]

Bu umudun gerçekçi olup olmadığı görülecek. Bu arada, Türkiye-İsrail ilişkileri, istikrarlı ve demokratik bir Ortadoğu’da çıkarları olan herkes tarafından beslenmeyi ve ödüllendirilmeyi hak ediyor. İsrail ve Türkiye, ittifakı açık uçlu bir yapı olarak kabul etmeli, ana öncülleri paylaşan herkesi kucaklamalıdır. Düzensizlikten beslenen güçlerin giderek daha karmaşık ağlar ördüğü bir Ortadoğu’da, istikrarı savunanların daha azını yapma lüksü bulunmamaktadır.

Çevik Bir, 1995-1998 yılları arasında Türk Silahlı Kuvvetleri Genelkurmay Başkan Yardımcısı olarak görev yaptı ve çok sayıda önemli Türk-İsrail askeri anlaşmasını imzaladı. Martin Sherman, Herzilya’daki Disiplinlerarası Merkezdeki Politika ve Strateji Enstitüsü’nde kıdemli araştırmacıdır ve Tel Aviv Üniversitesi’nde siyaset bilimi dersleri vermektedir.

Dipnotlar

Mustafa Kibaroglu, “Turkey and Israel Strategize”, Middle East Quarterly, Kış 2001, s. 62. Beşinci maddeye göre NATO üyeleri “Avrupa veya Kuzey Amerika’daki üye devletlerden birine veya birkaçına yapılacak silâhlı saldırıyı herkese yapılmış saldırı kabul ederler.” [vurgu yazarlara ait].

Meltem Müftüler Baç, “Turkey and Israel: An Evolving Partnership”, Ariel Center for Policy Research, Policy Paper Sayı. 47, 1998, sinopsis, Acpr.

Kibaroglu, “Turkey and Israel Strategize,” s. 63.

Daniel Pipes, “A New Axis: The Emerging Turkish-Israeli Entente,” The National Interest, Kış 1997-98, DP.

Ayşegül Sever, “Turkey and the Syrian-Israeli Peace Talks in the 1990s,” Eylül 2001, Biu.

Efraim Inbar, “Regional Implications of the Israeli-Turkish Strategic Partnership,” MERIA, Haziran 2001, Biu.

Sever, “Turkey and the Syrian-Israeli Peace Talks.”

Pipes, “A New Axis.”

Inbar, “Regional Implications.”

A.g.e.

A.g.e.

Pipes, “A New Axis"; Alan M. Schneider, “Turkey and Israel: Shared Enemies, Shared Interests”, The Jerusalem Journal, Bnaibrith.

Ha’aretz, 30 Nisan 1996 ve 3 Haziran 1997.

Aktaran: Inbar, “Regional Implications.”

Aktaran: A.g.e.

[17] British Broadcasting Corporation, BBC.

Alan Makovsky’den aktaran: “Special Policy Forum Report, The Turkish-Israeli-Syrian Triangle” Peacewatch, Sayı. 249, 15 Mart 2000, WI.

Sami Kohen’den aktaran: Pipes, “A New Axis.”

Efraim Inbar, “The Israeli-Turkish Connection,” Massachusetts Institute of Technology Security Studies Program Seminar Series, Bahar 1999, 3 Şubat 1999, Mit.

Sabri Sayari’den aktaran: Pipes, “A New Axis.”

The Syria Report, SR.

Nabil Kaylani, “Israeli-Turkish Alliance May Prove to Be New Destabilizing Factor in Middle East”, The Washingon Report on Middle East Affairs, Ocak/Şubat 1999, s. 47, 94.

Haziran 2002’de Suriye ve Türkiye arasında imzalanan güvenlik koordinasyonu anlaşması Ankara’nın İsrail’le bağlarını kopartması konusunda Şam kaynaklı hiçbir talebi içermiyordu. Türk yetkililere göre bu, “Suriye’nin Ortadoğu’daki gerçeği ve Türkiye-İsrail ilişkilerini makul bir yaklaşımla kabul ettiğini gösteriyordu.” [Ha’aretz, 3 Temmuz 2002.]

Pipes, “A New Axis.”

Inbar, “Regional Implications.”

See more from this Author
See more on this Topic